Ataturk’un Tokat Gibi Cevaplari
İngiliz lordu Atatürk’ün daveti üzerine istanbul’a gelir.ingiliz lordu şerefine verilen yemekte servis yapan türk elindeki tepsiyi devirir.herkes büyük bi şaşkınlık içinde kalmıştır ve atatürk’ün ne tepki vereceği beklenirken, atatürk ingiliz lorduna dönerek:
“HALKIM HERŞEYİ BECERİYOR DA Bİ TEK UŞAKLIĞI BECEREMİYOR”.
—————————————————————————————
Günlerden birgün İtalyan büyükelçisi Ata ile görüşmek ister ve huzura davet edilir. O günün muhtelif ekonomik-siyasi konuları hakkında konuşulduktan sonra büyükelçi: ” Ekselans dün Roma ile yaptığım bir görüşmede hükümetimizin Hatay’ı almak istediği kararını size iletmem söylendi.” der. Odada bir an sessizlik olur. Ata büyükelçiye birşeyler daha ikram eder ve iki dakika odadakiler ile başbaşa bırakır. Döndüğünde ayağında çizmeleri, üzerinde mareşal üniforması ve belinde tabancası vardır. Doğru masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmak’ın bağlanmasını ister ve Çakmak’a:” Paşa İtalyan dostlarımız Hatay’a gelmek istiyorlar hazır mıyız?” der. Fevzi Çakmak durumu anlar ve ” Biz hazırız Paşam. ” diye yanıtlar. Ata büyükelçiye döner ve: ” Biz hazırmışız, hükümetinize söyleyin isterlerse Hatay’ı gelibilirler.”
—————————————————————————————
MUSTAFA KEMAL’CE BİR YANIT
İstanbul’un işgal günleri; başta General Harrington olmak üzere bir kısım işgal kumandanları Pera Palas Salonu’nun bir köşesinde otururlar. Mustafa Kemal nedense dikkatlerini çeker. Kim olduğunu soruşturdular. Mustafa Kemal denir. Onlar için Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nın en ünlü şahsiyetlerinden biridir. Yabancı dillerde Çanakkale Harpleri’nden bahseden ve daima Mustafa Kemal’in isminde düğümlenen kitaplar, yazılar, o zaman bile bir kitaplığı doldururdu.
Kendisine haber göndererek masalarına davet ederler. Ama Mustafa Kemal’in cevabı hem nazik, hem kesindir:
– Burada ev sahibi olan biziz. Kendileri misafirdirler. Onların bu masaya gelmeleri gerekir.
(Olaylar Ve Atatürk, Ankara, T. S. K. Mehmetçik Vakfı Yayını, Gn. Kur. Basımevi, 1984, Sh. 68-69)
—————————————————————————————
SEN KİMSİN ?
Dumlupınar savaşı kazanılmıştır. Düşman askerleri geri çekilmektedir. Afyonkarahisar hatları çözülünce birkaç yunan esiri geceleyin Mustafa Kemal’in çadırına getirilmişti. Bunlardan biri zafer kazanmış kumandanın doğup büyümüş olduğu Selanik’ten gelmişti. Yüzü kendisine yabancı gelmemişti. Üniformasında hiç bir işaret yoktu. Mustafa Kemal’e sordu:
– Binbaşı mısınız?
– Hayır.
– Kaymakam mı?
– Hayır.
– Miralay mı?
– Hayır.
– Ferik mi?
– Hayır.
– Peki nesiniz o halde?
– Ben mareşal ve Türk Orduları Başkumandanı’yım. Şaşkınlıktan ağzı açık kalan Yunan, kekeler:
– Ben başkumandanın savaş hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim de…
(Olaylar Ve Atatürk, Sh. 67-68)
—————————————————————————————
DOĞRUNUN AŞIĞIYDI
Dil kurultayı toplanmak üzereydi. Kurultayı hazırlayanların ricası üzerine, Hüseyin Cahit de dil davasına dair fikirlerini, mütalaalarını yazmış göndermişti. Fakat bu fikirler aşırı kurultaycıların düşüncelerine uymuyordu. Hüseyin Cahit, öteden beri olduğu gibi Türkçe’yi sadeleştirmek ve konuşma diline yaklaştırmak gibi, özelleştirme zorlamalarına, hele konuşma dili kelimelerine dokunulmasına taraftar değildi.
Hüseyin Cahit’in bu yazısını Atatürk’e de okuyan kurultaycılar zaten bir takım siyasi sebeplerle aralarının açık olduğunu fırsat bilerek.
– “İşte dil davasını baltalıyor. Dil meselesine askerlerin karışmaya hakkı yoktur!…” diyor, şeklinde kışkırtıcı telkinlerde bulunmuşlardı.
Bunun üzerine Atatürk, kurultaycılarla, Hüseyin Cahit’in karşılaştırılmalarını ve büyük toplantıda, iki tarafında, davalarını savunmalarını istemişti.
Ve o gün, kurultaycıların, Hüseyin Cahit karşısında bocaladıklarını gören Atatürk, bizzat kendisinin de benimsediği davanın sarsılır gibi olduğunu görünce, Dolmabahçe sarayının bir odasında hasta yatmakta olan en kuvvetli taraftarlarından, meşhur dilci Samih Rıfat’ı çağırtarak: “bütün kuvvetini toplayıp, cevap vermesini” rica etmiştir.
Samih Rıfat da, kendine has kuvvetli belagatı ve olanca kuvvetiyle davayı müdafaa etmiş, kurultaycılarda, mütemadiyen alkışlayarak, işin sonunu getirdiklerini kanaat ederek toplantı sonunda da Atatürk’e:
– “Paşam, Hüseyin Cahit işte bu gün bitti. Artık öldü. Davayı kaybetti!… ” diye sevinçlerini izhar etmişlerse de, Atatürk’ün hiç bir sesi çıkmamıştı.
Ancak, biraz sonra, kendi aralarında toplandıkları zaman, Atatürk, duvardaki karatahtayı göstererek kurultaycılara hitapla şöyle demişti:
– Hüseyin Cahit Bey ne yaptı, biliyor musunuz? Nasıl sınıfta hoca karatahta üzerine bir şeyler yazar, sonra onları silgiyle siler… İşte, hepimizi böyle silgiden geçirdi!…
Atatürk yenilmeyi hiç sevmeyen bir insandı. Fakat, doğru karşısında, eğrinin yenilmeye mahkum olduğunu kabul ederdi. Hatta yenen hasmı olsa bile…
(Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh. 75-76
—————————————————————————————
NAZIR BİRAZ BEKLESİN
Atatürk Anafartalar ve Arıburnu zaferlerinden sonra İstanbul’a gelmişti. Ata, Hariciye Nazırını (Dışişleri Bakanı) ziyaret ederek son durum hakkında konuşmak, mütelalarını bildirmek istiyordu. Nezaret binasına gelerek nazır beye haber gönderdi.
– Beklesinler… Buyrulmuş
Atatürk bir hayli beklemiş. Bir aralık kendisinden sonra gelenlerin de kabul edildiklerini farkedince müsteşar muavinine:
– Beyefendi hazretleri galiba beni unuttular, demiş. Müsteşar muavini tekrar içeri girerek Mustafa Kemal’i hatırlatmış ve yine:
– Beklesinler, cevabını almış.
Atatürk ikinci “beklesinler” üzerine dayanamamış ve muavine:
– Sizin nazırınız bütün zamanlarını hep böyle manasız ziyaretler kabul ederek mi geçirir?
Muavin tabii buna bir cevap verememiş, biraz sonra başka bir mevzu açılmış ve konuşmaya başlamışlar. Mevzunun en hareketli anında salon kapısı açılarak bir hademe:
– Mustafa Kemal Bey buyursunlar deyince, Atatürk:
Nedir o? diye sormuş. Nazır beyefendinin kabul edeceğini söylemiş. Mustafa Kemal hademeye:
– Beklesinler… Diyerek dönmüş. Muavin ile olan muhaveresine devam etmiş.
(İlginç Olaylar Ve Anekdotlarla Atatürk, Sh. 122
—————————————————————————————
İŞTE TÜRK ASKERİ BUDUR!
Bir gün, Atatürk’ten Türk askeri hakkında ne düşün düğünü sormuşlar:
– Durun size bir hikaye anlatayım, dedi. Orduları kumandanı idim. Liman van Sanders Paşa da o sırada kıtalarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı askeri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar van Sanders:
– Canım böyle adamları ne diye buraya gönderiyorlar? diye söylenerek hasta ve cılız neferi göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.
Alman generali davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde:
– İşte gördünüz ya, dedi düşmek için bahane arıyormuş! Oracıkta van Sanders’e bir azizlik yapmak aklıma geldi neferin yanına sokularak;
– Ne kof şeymişsin sen… Dedim. Dikkat etsene seni yere yuvarlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın? Şimdi tekrar yanına gelirse, sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.
Sonra van Sanders’e dönerek:
– Sizin takatsiz sandığınız nefer boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında, dünyanın en uysal insanı olur. Kendisine söyleyin:”hele gelsin bak bir daha beni yere yıkabilir mi?” diyor.
Van Sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz o mecalsiz Mehmet’ten öyle bir kakma yedi ki, derhal sırt üstü yuvarlandı. Van Sanders, Mehmetçik’in bu mukabelerine hiddet etmemiş bilakis Türk neferine karşı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi gidip hasta Türk neferinin elini sıkmak oldu.
Atatürk:
– İşte Türk askeri budur!diyerek sözlerini bitirmişti.
(Olaylar Ve Atatürk, Sh. 70-71)
—————————————————————————————
NEYE LAYIKSIN!…
Atatürk’ün Adana’da Hatay için:
– Kırkasırlık Türk yurdu yabancı elinde kalamaz!
Demesinden iki gün sonraydı. Mersin’de istasyondan şehrin içine doğru yavaş gidiyordu. Yolun üstüne siyahlar giyinmiş ve ellerinde büyük bir levha tutan bir kaç genç kız çıktı. Levhada şu yazı vardı: “Suriye hemşehrinizi de kurtarın!”
Suriye, ancak din kardeşi olan bir milletin vatanıydı. Türkiye’yse artık dinci değil, milliyetçi bir devletti. Suriye içinde, bütün esir yurtlar için olduğu gibi, kurtuluş dilerdi. Lakin kurtarmaya kalkmak fuzili olurdu.
Etrafta hıçkırıklar ve göz yaşları yoktu; Atatürk’ün de gözleri ıslanmış değildi. Suriyelilerin 1. Dünya Savaşı’nda Türk düşmanlarıyla birleştiklerini, Türk ordusunu arkadan vurmaya çabaladıklarını, belki ihanet ettikleri için ihanete uğradıklarını düşünüyordu.
– Her millet, layık olduğu yaşayışa erer!.. dedi ve yürüyüp gitti.
(Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh. 98)
—————————————————————————————
İTALYAN SEFİRİNE VERİLEN DERS
Atatürk’e ihanet edenler, o’nun birçok konuları içki sofrasında hallettiğini iddia ederler. Yalnız aşağıda nakledeceğim olay bile bu düşüncenin ne kadar yanlış olduğunu ispata yeter:
“Habeşistan savaşının başlamasından önce, İtalya’nın Rodos’a askeri yığınakta bulunduğu günlerdeydi. Bir akşam yine Atatürk’ün sofrasına çağrılanlar onu ayakta ve balkonda gezinmekte buldular.
– Tevfik Rüştü nerede?
– Ankara Palas’ta, bazı sefirlere bir ziyafet veriyor.
– Biz de oraya gitsek olmaz mı?
Etrafındakiler beyhude Atatürk’ü buna protokolün müsait olmadığına inandırmaya gayret ediyorlar. Fakat, o’nun kesin karar verdiği bir konudan geriye çevirmek kimsenin haddi değildir.
Otomobiller, Ankara Palas’a vardığı zaman Atatürk’ün otelin merdivenlerini sallana sallana ve yanındakilerin yardımı ile çıktığını görenler hayret ettiler. Çünkü Çankaya’da Atatürk’ün bir yudum bile içmediğini herkes biliyordu.
Sefire ziyafet verilen salona giren Atatürk, Arnavutluk Sefiri, Asaf Bey’in yakınında ve giriş çıkış kapısını iyi görebilecek bir yere oturuyor. O dakikadan itibaren salondan içeri ve dışarı kimsenin geçmesi mümkün değildir. Şimdi konuşulanları takip edelim:
Atatürk:
– Asaf Bey, gazetelerde bir takım resimler görüyorum, Arnavutlukla operet mi oynanıyor? diyor.
Bu sözleriyle o zamanlar yeni kral olan Zogo’nun sorguçlu resimlerini kastettiğini anlamakta gecikme yen sefir ne söyleyeceğini şaşırıyor. Atatürk devam ediyor:
– Cumhuriyetten ne zarar görüldü ki, Arnavutluk’ta krallık ilan edildi? Hem, takip edilen politika da tehlikelidir. İtalya’nın Arnavutluk’u Balkanlar’da bir basamak yapması ihtimalden uzak değildir.
Bunu duyan İtalyan Sefiri, mücadeleye kalkınca Ata:
– Haber aldığıma göre, Roma’da bazı öğrenciler sefaretimizin önünde mümayiş yapmışlar. Antalya’yı istemişler. Antalya sigara paketimidir ki, sefir cebinden çıkarıp atsın. Antalya buradadır. Buyurun alın!… Hem benim bir teklifim var. Eğer hakikaten böyle bir şey düşünülüyorsa Mussolini cenaplarına müsaade edelim. Antalya’ya asker çıkarsınlar. Bütün çıkarma tamam olunca savaşırız. Mağlup olan hakkına razı olur.
Sefir atılıyor:
– Ekselans bu bir savaş ilanımıdır?
Ata:
– Hayır, diyor. Ben burada bir fert olarak konuşuyorum. Türkiye savaş ilanı ancak büyük millet meclisi dahilindedir. Fakat unutmayınız ki, gerektiği zaman Büyük Meclis Türk Milleti’nin hissiyatını tercüman olmakta gecikmez.
Konuşmasının bu hali olması üzerine, İsmet Paşa’ya telefon edilir ve Ankara Palas’a çağrılır.
Atatürk de bunu haber alınca etrafındakilere:
– Hükümet geliyor, biz gidelim! diyerek Ankara Palas’ı terk eder.
– Çankaya’ya dönüldüğü zaman herkes Atatürk’ün gayet normal olduğunu hayretler içinde seyrederken Ata:
– Artık İtalya ile savaş tehlikesi yok. Rodos’a yapılan yığınak Habeşistan’a dönecektir!
Hakikaten kısa bir süre sonra Habeşistan savaşı başladı.
(Nükte Ve Fıkralarla Atattürk, Sh. 308-309-310 )
—————————————————————————————
ATATÜRK VE LİMAN VON SANDERS
Mustafa Kemal Arıburnu kumandanıdır. İngilizler Anafartalar’a çıkmışlardı. Vaziyet buhranlı ve çok tehlikeli idi. Mustafa Kemal, Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya doğrudan doğruya müracaata mecbur kalıyor. Kendisini tatmin eden cevap alamıyor. O sırada karargahı Yalova’ da bulunan Liman von Sanders Paşa telefonla Mustafa Kemal’i arıyor. Muhavereye delalet eden Erkan-ı Harbiye Reisi Kazım Bey’dir. Liman von Sanders’in sorduğu sual şudur:
– Vaziyeti nasıl görüyorsunuz, nasıl bir tedbir-i tasarruf ediyorsunuz?
– Vaziyeti nasıl gördüğünüzü çoktan size iblağ etmiştim. Tedbire gelince:bu dakikaya kadar çok müsait tedbirler vardı. Fakat bu dakikada bir tek tedbir kalmıştır.
Liman von Sanders Paşa soruyor:
– O tedbir nedir?
Cevap katidir:
– Bütün kumanda ettiğimiz kuvvetleri tahtı emrine veriniz. Tedbir budur.
Cevap müstehzidir:
– Çok gelmez mi?
– Az gelir,
Ve telefon kapanıyor.
Pek kısa bir zaman sonra hadiseler, Liman von Sanders Paşa’yı kumanda ettiği kuvvetleri Mustafa Kemal’in emri altında vermeye mecbur etmiştir.
(İlginç Olaylar Ve Anektodlarla Atatürk, Sh. 162)
—————————————————————————————
MUSTAFA KEMAL PAŞA VE YUNAN KUVVETLERİ KOMUTAN TRİKOPİS
Bütün bu taarruz esnasında Gazi’nin yanında bulunan arkadaşlar, Yunan Kuvvetleri Komutanı General Trikopis’in başkumandan çadırına nasıl getirildiğini şöyle anlattılar.
Trikopis, diğer esir kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ile birlikte Gazi’nin huzuruna çıkarıldıkları vakit, hepsi çok heyecanlı ve bitkin halde imişler. Gazi, bunları oturtmuş, kendilerini teselli için bu gibi malubiyetlerin tarihte misalleri olduğunu, sevk ve idarede vazifesini bi hakkın yapmış iseler vicdanen müsterih olabileceklerini söylediği zaman Trikopis:
– “Askeri vazifemi tamamen yaptığıma eminim. Fakat asıl vazifemi maalesef yapamadım.” diye intahar edemediğini anlatmak isterken Gazi:
– “O size ait bir düşüncedir.” diye sözünü kesmiş ve harita üzerinde:
– “Şurada bir fırkanız vardı. Niçin onu şuraya almadınız. Filan yerdeki kuvvetlerinizi falan yere süreydiniz daha iyi olmaz mıydı?” gibi bazı tenkitler yapmış, Trikopis:
– “Ben öyle hareket etmek için emir verdim. Fakat (yanındaki kolordu komutanını gösterirken) bu yapamadı!” demiş.
Bu görüşmeler olurken esir fırka kumandanı yavaşça yanında bulunan zabitlerimizden birine:
– “Bizim ile konuşan bu general kimdir?” diye sormuş zabit:
– “Başkumandan Mustafa Kemal” deyince adam hayrete düşmüş:
– “Şimdi anladım biz niçin mağlup olduk! Bizim başkumandan İzmir’de vapurda oturuyordu!” diyerek derdini dökmüş.
(İlginç Olaylar Ve Anektodlarla Atatürk Sh. 43)
—————————————————————————————
ATATÜRK VE KÖYLÜ
Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile konuşur; işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur. Memleketin derdini arar bulur. Meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
İşte böyle yurt gezilerinden birinde orta Anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.
– Kolay gele, bereketli ola ağa.
– Allah razı olsun bey.
– Hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?
– Devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.
– “Sağlık olsun ağa” diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.
Çiftçinin adı Halil Ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Salih Bozok, Kılıç Ali, Husrev Gerede, Emir Subayı Resuhi Bey, daha bir kaç yakını vardı. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih Bozok’u yanına çağırdı. Salih, yarın sabah git Halil Ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.
Ertesi gün; Salih Bozok Halil Ağayı bulmuş, yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; “Buyur Halil Ağa” deyip bir sandalye göstermiştir. Zamanın başbakanı İsmet İnönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk Halil Ağaya dönerek; “Halil Ağa, anlat şu vergi işini bir daha” demişti.
Halil Ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaşlarını çatarak İsmet Paşa ve Şükrü Kaya’ya dönerek; “Arkadaşlar, biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız. Gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz. ”
Halil Ağa “Sen Atatürk paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim” diye yalvaracak oldu.
“Sana güle güle Halil Ağa, sen bizim gözümüzü açtın” diye Halil Ağa’yı ayakta uğurlamıştı. Atatürk Türk köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır.
Olaylar Ve Atatürk, Sh 41-42
22-09-2009, 20:53 #2
KOMANDO_26
Daimi Üye
Kayıt Tarihi: May 2009
Üye numarası: #328538
Yer: bilecikk
Mesaj sayısı: 475
Karma etkisi: 1490
Karma: 148798
Atanın Tokat Gibi Cevapları 2
YAVUKLUM GÖNDERDİ
Bir akşam, uzun müddet didişen, uğraşan iki erden birisinin yüzünü sildiği mendil gözüne ilişmişti. Bu işlemeli ve göz alıcı yağlığı isteyerek sordu.
– Bunu nereden aldın ?
Bu ani soru karşısında şaşıran kahraman Türk çocuğu, sıkılarak cevap verdi :
– Yavuklum gönderdi, Atam !
Büyük kayıplar karşısında bile ağladığı görülmeyen, acı duygularını içinde gizleyen büyük şef, bilmem neden, o anda sarsılmıştı; dolan mavi gözlerinden iri damlalı yaşlar dökülüyordu. Erin, demin yüzünden akan terleri sildiği bu mendile o da göz yaşlarını silmiştir.
Olaylar Ve Atatürk, Sh 56
—————————————————————————————
DİNLEMEKTEN ZEVK ALIRIM
Neşeli bulunduğu bir zamanı seçerek:
– Paşam… Demiştim, şu danıştıklarının içinde bazen öyleleri var ki, şaşırıyorum. Bunların mütalalarına nasıl olsa sonunda iştirak etmeyeceksin. Kararını önceden vermiş olduğun da malum… O hal de, ne diye onları birer birer çağırıp karşısında söyletirsin?
Atatürk, yüzüne alaycı bir eda ile bakıp şu cevabı vermişti:
– Bazen hiç umulmadık adamdan ben çok şeyler öğrenmişimdir; hiç bi kanaatı hakir (değersiz) görmemek lazımdır. Neticede, kendi fikrimi bile edecek olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.
Olaylar Ve Atatürk Sh 58
—————————————————————————————
İKİMİZ DE “GAZİ”YİZ…
Bir tarihte Eskişehir’i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih Bozok’a;
– Bu çınarları hatırlıyorum… Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!… Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; araba dan inip, büyük bir tevazuuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.
Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince “Gazi” pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:
– Adın ne?…
– Yusuf!…
– Buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?…
– Nasıl hatırlamam, paşam?… Maiyetinde çavuştum!…
– Maiyetimde mi…
Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!… Hep emrinde savaştık.
Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; Gazi Yusuf Çavuş!… deyince, eski asker el buğuladı:
– Estağfurullah, paşam!… Gazi sizsiniz!…
– Rütbe başka… Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatıyla ikimiz de “Gazi”yiz!…
Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfünü göstererek, ilave etti:
– Şerefine Gazi Yusuf Çavuş!…
– Şerefte daim ol paşam!…
Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:
– Allahaısmarladık, silah arkadaşım!…
Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 50-51
—————————————————————————————
KONYA İSYANINDA
Konya İsyanı’nı müteakip Konya’ya gelen Atatürk sinirli ve üzgündü. Şehrin ileri gelenleriyle belediye salonunda konuşurken elindeki yanar sigarayı bir aralık iki parmağı arasına almış ve ateşi parmakları arasında ezerek söndürmüş ve şöyle demişti:
Ateş nerede çıkarsa çıksın, iki parmağımın arasında böyle ezeceğim!…
Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh 41
—————————————————————————————
ATATÜRK VE ALEMDAR
Atatürk, Osmanlı Padişahları arasında Yıldırım ve Beyazıt, Fatih, Yavuz, IV. Murat’ı beğenirdi. Sadrazamlar arasında da Alemdar Mustafa Paşa’ya kızardı:
– Biraz kültürü olsaydı Cumhuriyeti ilan ederdi!.. derdi.
– Büyük Reşit Paşa’nın kültürü, Alemdar Mustafa Paşa’nın kültürü birleşebilseydi, ben tarihe başka bir görevle girerdim, demişti.
Nükte Ve Fıkralarla Atatürk, Sh 321-322
—————————————————————————————
OLUR ŞEY DEĞİL
Muallimler Ankara’da bir içtima yapmışlar, içtimaa iki üç muallim hanım da iştirak ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı.
Muallim hanımların içtimaa gitmelerini hoş görmeyen Meclis’in sarıklıları Gazi’ye şikayete gidiyorlar.
Gazi kızarak:
– “Kimmiş Muallimler Cemiyeti Reisi? Çağırın onu!”
Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girince gürleyen bir sesle çıkışıyor:
– “Siz Muallimler içtimamda ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu?”
Mazhar Müfit şaşakalır. Gazi’den bu hareket mi beklenirdi? Sarıklılar muzaffer bir besaretle gülüyor. Sarıklılar neşe içinde Gazi’nin sesi hep aynı tonda devam ediyor.
– “Olur şey değil olur şey değil!”
Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir halde cevap vermeye çalışıyor:
– “Efendim vallahi…”
– “Bırak bırak ben hepsini biliyorum; içtimaa Muallime Hanımlar’ıda çağırdınız. Fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz? Sizin kendinize mi itimadınız yok, Türk hanımının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı ?
Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları Sh 59
—————————————————————————————
ATATÜRK’E BİR KÖYLÜNÜN CEVABI
Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta Moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi :
– Türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler…
Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini “istiklal” diye kışkırtırlardı.
Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler durmadan zenginleşirlerdi.
Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, Atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.
Atatürk, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş:
– Bu köşk kimin?
– Kirkor’un…
– Ya şu koca bina ?
– Yargo’nun
– Ya şu ?
– Salomon’un…
Atatürk biraz sinirlenerek sormuş:
– Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur:
– Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna Boyları’nda, Balkanlar’da, Arnavutluk Dağları’nda, Kafkaslar’da, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam…
Atatürk bu hatırasını naklederken:
– Hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.
Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 18
—————————————————————————————
HAKİKİ İNSAN
Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti.
O büyük insan, bir gece Çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar:
– Beni hakikaten sever misiniz?
Muhatabı hemen cevabı yapıştırır:
– Sevmek ne kelime Ata’m, taparım!
– Peki her dediğimi de yapar mısınız?
– Derhal
Atatürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır.
– Öyleyse, al tabancamı, sık kafana…
– “Aman Atam” der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz. Meseleyi anlayan Atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarıda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında Toroslar’dan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık Anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan Mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, Atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır.
İşte o zaman, Atatürk yanındakilere şöyle der:
– Beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü?
Ruhu şad olsun.
Atatürk’ün Nükteleri-Fıkraları-Hatıraları, Sh 1
—————————————————————————————
ADAM OLMAK
Bir gün mecliste, halk partisi tüzüğü konuşulduğu zaman, hoca milletvekillerinden biri kürsüde ağır tenkitlerde bulunuyordu. Tenkitler hiç de hoşa gidecek şeyler değildi.
Hoca bir aralık:
– Bu “asri” kelimesi ne demektir? deyince, Mustafa Kemal, reislik makamında oturduğunu unutarak, yukardan hatibe doğru eğilerek:
– Adam olmak demektir, hocam adam olmak… demişti.
Doğrusu bütün inkılap programının da özeti bu idi.
F. Rıfkı Atay, Çankaya
—————————————————————————————
DÜŞMAN DA KAHRAMAN
Birgün Çanakkale’ye giden bakanlardan birine Atatürk şöyle dedi:
– Orada Mehmetçik anıtının başında şehitleri anacaksınız. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere karşı siper etmeseydiniz, boğaz elden gider, İstanbul elden giderdi diyeceksin.
– Evet efendim.
– Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimiz yok. Bu topraklar üzerinde kanlarını döken insanları da o kahraman düşman savaşçılarını da saygıyla anacaksın.
Bakanın ricası üzerine bu son söylenecekleri Atatürk’ün kendisi hazırlamıştır. Nutuk şudur:
“Bu memlekette kanlarını döken kahraman, burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur içinde uyuyunuz. Sizler Mehmetçiklerle yanyana koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz; evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evladımız olmuşlardır.”
Bu nutku yabancı gazeteler haber aldıktan sonra, haftalarca, aylarca Avusturalya’dan, Yeni Zelanda’dan sevgi minnet mektupları yağmıştı.
F. Rıfkı Atay, Hatıralar
—————————————————————————————
BİR RESSAMLA KONUŞMA
Yıllar sonra bir ressam, Mustafa Kemal’e Sakarya Savaşı’nı gösteren bir tablo hediye etti. Kendisi, ön planda yağız bir savaş hayvanına binmiş olarak görünüyordu. Ressam, tebrik beklerken, birdenbire Mustafa Kemal’in “Bu tabloyu kimseye göstermeyin” demesi üzerine şaşırıp kaldı. Kimse ne söyleyeceğini bilemiyordu. Mustafa Kemal açıkladı:
– “Savaşa katılmış olan herkes bilir ki, hayvanlarımız bir deri, bir kemikten ibaretti, bizimde onlardan arta kalır yanımız yoktu. Hepimiz iskelet halindeydik. Atları da, savaşçıları da böyle güçlü kuvvetli göstermekle Sakarya’nın değerini küçültmüş oluyorsunuz dostum.”
Behçet Kemal Çağlar, Atatürk Denizinden Damlalar
—————————————————————————————
DİNLERİM
Bir gün Atatürk’e kuvvetinin sırrını sordum;
– Durur dinlerim… dedi, sonra tekrar etti.
– Dinlerim ve sustu.
Noelle Roger, Olaylar Ve Atatürk, TSK Mehmetçik Vakfı Yayını
—————————————————————————————
ÖVÜLMEYİ SEVMEZDİ
Atatürk bizden biridir.
Ulusuyla bütünleşme yöneliminin en tipik göstergelerinden biri de şu kısa öyküde belirlenir:
“Cumhuriyetin onikinci yıl dönümü için bir sıra dövizler hazırlanmıştı. Bunlar içinde şöyleleri vardı: “Atatürk bizim en büyüğümüzdür”, “Atatürk bu milletin en yücesidir”, “Türk Milleti asırlardır bağrından bir Mustafa Kemal çıkardı.”
Listeyi dikkatle gözden geçirdi. Bunlar ve bunlara benzeyenleri çizdi. Hepsinin yerine şunu yazdı: “Atatürk bizden birisidir.”
Banoğlu, Age, S. 11
—————————————————————————————
İDEALİST
Erkan-ı Harbiye Mektebi’ni bitirir bitirmez, staj bahanesiyle Şam’da V. Ordu Merkezi’ne sürülmüştü.
O sırada, mensup olduğu süvari alayı, Havran’da patlak veren bir isyanı bastırmaya sevk edilirken, Mustafa Kemal, Şam’da alıkonmak istenmişti.
Bu hareket, çok ağırına gitti. Kıtasıyla beraber sevkini istemek için, alay kumandanına müracaat etti. Alay kumandanı:
– Siz bu alayda stajyersiniz! Kumanda ettiğiniz bölüğün asıl kumandanı vazifesi başına geçmiştir. Harekata o gidecektir. Zaten siz erkanıharp zabitisiniz. Böylece çetin işlere gelemezsiniz. Biz, sizi istirahat edin diye Şam’da bıraktık. Merak etmeyin, maaşınız verilecektir.
Deyince büsbütün sinirlenmiş. Fırka kumandanından da bir şey çıkmayacağını düşünerek, Ordu Kumandanı Müşür Hakkı Paşa’ya başvurmak teşebbüsünde bulunmuş, fakat onun tarafından da kabul edilmediğini görünce, arkadaşı Müfit’le beraber, atlarına binerek, habersizce, Havran’a gitmişler, harekata iştirak ederek yararlıklar göstermişler.
Şam’a dönüşlerinde, karşılaştığı muameleyi bir türlü af ve hazmedemeyen Mustafa Kemal, bir gün çarşıda dolaşırken, tesadüfen girdiği bir dükkanda, tanıştığı -bu dükkan sahibi- tüccardan, -bilahare çorum mebusu olan- doktor Mustafa Cantekin ile ahbaplığı ilerletince, doktorun kendisine:
– İhtilal yapmak lazım!.. Bu idareden başka türlü kurtulunmaz. Ben Tıbbiye’nin son sınıfındayken bu emeli takip ettiğim için hapse tıkıldım, sonra, işte böyle sürüldüm. Benim kafamda birçok arkadaşlar var. Behemehal ihtilal yapmak lazım. Bu yolda ölmekten bile çekinmem!.. Deyince, Mustafa Kemal’in verdiği cevap:
– Hayır, mesele ölmekle bitmez!… Asıl, ölmeden evvel, idealimizi yaratmak, tahakkuk ettirmek ve yerleştirmek şarttır!..
Olmuştu. Bu 1905 senesinde oluyordu. Ve o gece, orada, Mustafa Kemal, üç kafadar arkadaşıyla İnkılâp yolundaki ilk adımını atarak, (vatan ve hürriyet) cemiyetini kurmuştu.
Banoğlu, Age, S: 72-73
—————————————————————————————
JAPON VELİAHDINA VERİLEN DERS
Japon Veliahdı gelmişti. Büyük ve mükellef bir ziyafet sofrasındaydılar. Atatürk bir aralık Japon tarihinden söz açtı ve bir meydan muharebesini anlattı.
Japon Veliahdı hayret etmişti.
Atatürk tarihten mitolojiye geçti ve yine Japon mitolojisinden konuştu.
Veliahdın ağzı açık kalmıştı.
Söz edebiyata intikal etti. Gazi:
– Japon şiirinin dünya edebiyatında çok büyük yeri vardır… Diyerek meşhur Japon şairlerinden mısralar okudu.
Veliaht:
Bunları nereden biliyorsunuz? diye soramadı. Fakat Atatürk’ün bilgi ve hafızasına hayran kalmış, onun esiri olmuştu.
Atatürk hep böyleydi. Herkesi kendine esir ederdi. Her şeyi planlıydı. O, bütün bunları, veliaht gelmeden on gün önce tercümeler yaptırarak öğrenmiş, Japon Veliahdı’na bu dersi vermeyi ve kendine hayran bırakmayı kurmuştu. Niyazi 116-117
—————————————————————————————
SİZ NAPOLYONA BENZİYORSUNUZ.
Mustafa kemal, bu benzetmeyi reddetti ve:
– “Napolyon, arkasına bir sürü, muhtelif milliyetteki insanları toplayacak macera aramaya çıktı. Ve bunun içindir ki yarı yolda kaldı. Ben bir anadan, bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vatanımı kurtarmak davası yolundayım. Ve bu muhakkak ki muvaffak olacağım!” Cevabını verdi.
Mustafa Kemal’in giriştiği mücadeleyi hayret ve takdirle karşılayan Towsend, kendisine karşısındaki düşmanın kudretini hatırlatmak isteyerek:
– “Siz mücadeleye mecbur olduğunuz düşmanın ne kadar kuvvetli olduğunu hesaba katmıyorsunuz. Bu düşmanın size her vasıta ile, oturduğunuz odadaki eşya, yemeğiniz ve her şeyinizle bir fenalık yapabilmesi ihtimali bile vardır,” dedi.
Mustafa Kemal gayet sakin bir eda ile:
– “Evet, karşımdaki düşmanın çok kuvvetli olduğunu biliyorum. Fakat insaniyeti müdafaa eden kimseler ölümle tehdit edilmelerine rağmen ölmezler ve ebediyen yaşarlar!” Cevabını verdi.
Sabaha karşı müzakere bittiği vakit büyük bir hayranlıkla Mustafa Kemal’den ayrılan Towsend, refakatindeki memur Türk subayına:
– “Ben şimdiye kadar 15 hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal’de büyük bir ruh kudretinin esrarı var, ” dedi.
Banoğlu, Age, S:126
—————————————————————————————
ATATÜRK’E “PAŞA” DİYEN KAYMAKAM NASIL AZARLANDI.
Atatürk bir gece sabaha karşı ani bir kararla ve habersiz olarak Alanya’ya çıkmıştı. Sabahın ilk saatleri… Beş kişilik bu gurup, sıcak bir şey içecek, tıraş olacak bir yer arıyorlar. Bu sırada bir jandarma eri, kendilerini tanıyıp kaymakamı durumdan haberdar ediyor. Kaymakam ayağına pantolonu, sırtına redingotu, başına melon şapkayı geçirip koşuyor. Fakat yüzü bir hayli tıraşlıdır. Heyecan ve şaşkınlığı kaymakamın her halinden bellidir.
Şimdi fıkranın özünü sayın Ali Kılıç’tan dinleyelim:
– “Kaymakamın gayet sade ve samimi hali, heyecan ifade eden görünüşü Atatürk’ün pek hoşuna gidiyordu. Atatürk çok keyifli ve neşeliydi. Ara sıra kaymakamla şakalaşıyordu. Bir aralık kaymakam bir şey anlatmaya başladı.
– “Paşa hazretleri!…” Diye hitap ederken, Atatürk:
– “Kaymakam Bey, Büyük Millet Meclisi’nin paşalık, beylik, efendilik gibi unvanları bir kanunla kaldırmış olduğunu biliyor musun?
Sonra bizi göstererek ilave etti:
Bu arkadaşlar milletvekilidir. İçişleri bakanından soruda bulunurlarsa ne yapacaksın? Deyince, kaymakam bu şakayı da ciddiye almış ve:
– “Şu halde size ne diye hitap edeyim?” diye sormuştu.
Kaymakamın bu hali Atatürk’ün çok hoşuna gitmiş, çok gülmüşlerdi.
Banoğlu, Age, S:478
—————————————————————————————
ATATÜRK VE KİN
Atatürk’ün asla kini yoktur. Bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir süre sonra affeder, onları unutur, bir daha tekrar edilmesini ile arzu etmezdi. Bu yüzden civarındakilerden birçokları zaman zaman gözden düşer, sonra yeniden affedilir, yeniden eski mevkiini alırdı. Fakat, asla göz yummadığı şey, bir kimsenin ekmeğiyle oynanmasıydı.
Yeni harflerin en büyük taassupla takip edildiği bir devirde bir seyahati esnasında bir hükümet bürosuna girdi. Açtığı bir defterde ir deste eski harflerle yazılmış notlar ve kağıtlar buldu. Defterin sahibi yaşlı bir memurdu.
Atatürk, hayatında ender rastlanan bir hiddetle memurdan başladı. Amirde bitirdi, hepsini kovdu. Dışarı çıkarken de:
Bunlar mikroptur, efendim! Milli bünyenin iyiliği namına temizlemeli!.. Diye bağırdı.
Akşam oldu. Vilayet konağında bir ziyafet vardı. Bir aralık söz yine yeni harflere geldi. Atatürk, valiye sordu:
– “Bugünkü yobazlara ne yaptın?”
Vali:
– “Görevlerine son verdim, paşam. Esasen ücretli hizmetlilerdi”.
Atatürk durakladı. Sonra usulca:
– “O olmadı işte!…” dedi. “Bu adam kabahatli, muhakkak!.. Fakat, çoluğu çocuğunun suçu ne?… Onları aç bırakmaya hakkımız yok. Onu görevine usulca iade et!.. Biz adamları cezalandırmayız, ama ekmekle oynamak doğru değildir!…”
Banoğlu, Age, S: 354
Son yorumlar